Mehmed Akif’in Hayatı, Seciyesi ve Sanatı (2)

Geçen ayki yazıda, Mithat Cemal Kuntay’ın Timaş Yayınlarından çıkan “Mehmed Akif” başlıklı kitabından hareketle Mehmed Akif’in “dik duruşu, tevazusu, ahde vefâsı, dostluğu, sanatı, Türkçe sevgisi, iman’ın sesi, kitap okuma tarzı, şair tanımı, istiklal marşı, gençlere öğütleri” paylaşılmıştı. Kaldığımız yerden devam edelim.

Seciyesi

Akif’in seciyesini en çok şu 3 şey belirlemiştir: Kur’anlı ev, pehlivanlı mahalle, müsbet ilimli mektep. Aileden gelen dini eğitim ve bilinç, yaşanılan mahalle ortamının sunduğu güçlü olma, kendine güven duyma ve mektepte öğrenilen pozitif bilimler. Bunlar bir araya gelip bütünleşen bir kişiliktir Akif.

Din şairi olduğu için Mısırlı Prens Abbas Halim’le dost olan Akif, 1914’ten sonra hemen her kış Mısır’da Kahire’den uzak bir köyde, Halvan’da, Prens’in misafiri olur. Bu dostluk sonucunda Akif, Mısır’da 10 sene kalır. Bu durum Akif’in seciyesine büyük tesir yapar ve memleketine daha kolay küser(!)

Akif, çetin bir sanat namusuyla yerlidir. Bu, şuurlu bir mahalliliktir. Frenk olmaktan iğrenir.

1908 meşrutiyetinin ilk günlerinde üniversitede “Medeni Haklar” profesörü Ebül’ula ile Eşref Edib’in çıkardığı Sırat-ı Mustakim (sonradan adı “Sebilürreşad” olmuştur) mecmuası, Akif’in seciyesini değiştirir. Seciyesiyle beraber sanatını da… Kuntay, zaten onda bu iki şey birdir, der. Söylem ve davranışları arasında tutarlı olmanın somut bir örneğidir Akif.

Akif, birine küstü mü, aleyhinde bulunmak için bile onu, ağzına almazdı, unuturdu! Darıldığı adam “görmediği, bilmediği hiç tanışmadığı adam”dı; “yok”tu.

Kuntay’ın ifadesiyle; “Akif, kusurlarınızı arkadan söylemez; bu tatlıdır. Yüzünüze söyleyeceği için, gıyabında söylemez, bu da acıdır.”

Kendi kendisiyle eğlenen şiirlerinde o, iki adamdır. İnsanın, kendine, başkasının bitaraf gözleriyle bakması ve bu bitaraflığın kendi zaaflarıyla alay edecek dereceye varması bir sanatkâr olgunluğudur. Goethe “Kendisiyle alay edemeyen insan aptaldır.” der. Akif’in kendisiyle eğlenen şiirleri zekâ şaheserleri olarak görülmektedir.

Onun acı tarafı alınganlığıydı. Bazen sizi sessiz sedasız kendi kendine izah ediyordu: Filan sözü söylemekle ona tariz etmiştiniz. Hatta bazen tebessümünüz tarizdi, bazen de sükûtunuz. O anlarda dostluğu demirden leblebiydi.

Kur’an ve Peygamber Sevgisi

Hayatının en ucunda, en yüksek yerinde “Kur’an” durur. Bu sadece şekli anlamda değil, hayatına derinden sirayet edecek şekilde davranışlarına da yansıtır.

Tevfik Fikret “Tarih-i Kadim” manzumesinde şöyle yazar:

“Yırtılır ey kitab-ı köhne, yarın,

Maktel-i fikr olan sahifelerin”

Akif, bunun üzerine Tevfik Fikret aleyhinde şu mısraları yazar:

“Bugün Allah’a söver, sonra biraz bol para ver,

Hiç utanmaz Protestanlara zangoçluk eder.”

“Bu adam peygamberimize sövdü, babama sövse affederdim, fakat peygamberime sövmek… Bunu ölürüm de hazmetmem.” diyebilen bir şahsiyettir Akif.

Hasta yatağında yatar iken bir gün şöyle demiş: “Karaciğerim fena”, sonra yaşını düşünerek “ne mutlu bana ki peygamberimin yaşında öleceğim.”

Ahlâkı

Kuntay’ın şahsi görüşü ile Akif’i ahlâken tanımaya başlayalım. “İlk tanıdığım zaman ona inanamadım. Bir insan bu kadar temiz olamazdı;  fena aktör rolünü oynamaktan bir gün yorulacaktı, gayri tabii bir faziletten yorulan yüzünü bir gün görecektim. Fakat otuz beş sene bugün gelmedi.”

Mehmed Âkif, caddelerden daima kaçar; evine, işine tenha sokaklardan giderdi. Eğer caddeden geçmeye mutlaka mecbursa, gözünü bir meçhul noktaya diker, caddeyi kendi hesabına tenha sokak haline getirirdi.

Kuntay’ın ifadesiyle, “Yalan söylemeye muhtaç olmayarak hayatını baştanbaşa anlatabilir.” Bir kişinin hakkında böyle bir söylemde bulunulması ve o kişinin bu söylemin altını dolduracak bir hayatı yaşaması en güzel hazinelerden daha değerli bir varlıktır.

Maddeten pis olan insanlar Akif’in gözünde manen de pistiler; maddi pislik ahlaksızlığın kıyafetiydi. Akif’e göre insanlar, evvela dişleri ve tırnaklarıyla pistiler. Bu iki şeyden çok iğrenirdi.

Akif’e ailenizi, sırrınızı, mukaddesatınızı emanet edebilirdiniz der Kuntay. Şu iki soruyu sormanın vaktidir: Bu emanetleri taşıyabilecek kişiler miyiz ve bu emanetleri sürdürecek yakın bir dostumuz var mı?

Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır,

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Ahlaklı olmak için Allah’tan korkmak, vicdan sahibi olmak lazım. Akif, sık sık şöyle dermiş: “Ben dindar olmasaydım, gençliğimde ahlaksız bir adam olurdum. Faziletin içtimai bir mefhum haline girmediği genç yaşta insanı din tutar.”

Sevdiği Kişi ve Davranışlar

Akif’in kendinde ve başkasında sevdiği iki şey: Tok sözlülük ve öfke… Kızan adam, çıplak gezen adam demekti; güler yüzlülük heyet-i içtimaiyenin insanlara taktığı maskeydi. Burada güler yüzlü olmamak anlamı çıkmamalı elbette. Mütemadiyen bu davranışı göstermenin samimiyetten yoksun olduğunu ifade ediyor Akif.

“İkiyüzlüleri artık sever oldum, çünkü yaşadıkça yirmi yüzlü insanlar görmeye başladım.” (!)

Sevmediği Kişiler

Akif, iki adamı sevmezdi: Avrupa’ya takılıp memleketinin toprağına iğreti basanı bir de kaşlarına kadar Şark’a batarak gözü Avrupa’yı görmeyeni. Mevlana’nın ifade ettiği gibi; pergel misali olmalı. Bir ayağı kendi değerleri üzerinde sabit olup diğer ayağıyla dünyayı tanımak, bilmek gerek.

Bunun yanında Akif, iki adamı daha sevmezdi. (!) Fazla terbiyeli ve fazla terbiyesiz olanı… Nezaket ona insanların gizlenmeye muhtaç olan bir taraflarını örten bir şey gibi görünürdü. Gözünde fazla nazik olan adam gizli adamdı.

‘Kendi olmayan’lara kızardı. “Benzemek” en çok sinirlendiği şeydi. Sanata başkalarının tesiri altında başlamak her sanat adamının kaderidir; çünkü “kendiliğinden oluş” hayatta da yoktur, sanatta da. Ancak sonrasında kişinin “kendi olarak” üretkenlik göstermesi gerekmektedir.

Tespitleri

Teşkilat-ı Mahsusa’nın bir üyesi olan Akif, din adamı kimliğiyle dünyadaki Müslümanları uyandırma amacıyla Berlin’e gider. Kuntay, “Berlin’de ne var?” diye sorduğunda Akif’ten aldığı cevap dikkate değerdir… “Elçimiz Kur’an’a tefsir yazıyor; İstanbul Fatih’te hocalarımız siyaset konuşuyor. Gerisini anla artık.” Bu cümleyi okuduğumda aklıma, Fatih Sultan Mehmet İstanbul surlarını döverken Bizans papazlarının “melekler dişi midir, erkek midir” tartışması geldi. Sonrası malum, İstanbul feth edilir. Osmanlı’nın son dönemlerinde Bizans’takine benzer problemlerin yaşanması bizlere tarihin tekerrürden ibaret olduğunu gösteriyor.

Anane-Görenek Anlayışı

Akif “anane”ye bağlıdır, “görenek”e değil. Farkı da şöyle açıklıyor:

“Bir İngiliz’e sormuşlar: Bu kadar ananeci olduğunuz halde nasıl terakki ettiniz? İngiliz cevap vermiş: Bizde en yeni anane altı yüz seneliktir en eski teceddüt altı saatlik.” Akif, 14 asırlık ananeyle 14 saatlik yeniliğin beraber yürümesini istiyor ve bunun için çabalıyordu.

Şark’ın Tembelliği

Akif’in Pendik Bakteriyolojihane müdürü Şefik Kolaylı’ya 23 Haziran 1935 tarihli yazdığı mektuptan:

“Şark o kadar geri kalmış ki, her şarklı için fedekârane, cansiparane uğraşmak icap ediyor. Halbuki fedakarlıktan vazgeçtik, muayyen olan vazifesini eda edenlerin bile adedi pek elim bir ekalliyetten ibaret. Ah biz şarklılara vazife hissini ihsas edecek bir aşı keşfolunsa! Nereye gittimse, insanların vazife duygusunu göremedim. Bu şuurun uyandığı gün Şark yakasını kurtarmış demektir.” Akif’in söyleminin üzerinden yaklaşık bir asır geçmesine karşın değişen pek bir şey olmadığını görmek Şark toplumları için ne hüzünlü bir durumdur.

Son Söz:

Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!

NOT: Bu yazı Kandil Dergisi, Nisan 2011 sayısında yayımlanmıştır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir