12 Ocak 1932 yılında doğan Engin Geçtan, Türk psikiyatri profesörü ve psikoterapisttir. 1983 yılında basılan ve sonrasında çok sayıda baskısı yapılan “İnsan Olmak” kitabında insan davranışlarının arkasında yer alan dinamiklere dair değerli bilgiler yer almaktadır. Birey ve toplum, ana-baba ve çocuk, insanlardan korkmak, değersizlik duygusu, sorumluluktan kaçış, yalnızlık, yaşam ve ölüm alt başlıklardan bazılarıdır.
Mutlu bir insan olmanın, kendini tanımanın detaylarını öğrenmek için okunması gereken bir kitap. Geçtan, çocuklukta yaşa(ma)dıklarımızın yetişkinlikte oluşan birçok sorunun temel kaynağı olduğuna dikkat çekmektedir. Özellikle ebeveynlerin çocuk yetiştirirken tutarlı olmaması, güven duygusunu yerleştirememesi, duygusal ihtiyaçları karşılayamaması, küçük görmesi, aşırı disiplin uygulaması vb. davranışlar çocukların gelişiminde ciddi problemlere yol açmaktadır.
Kitaptan önemli gördüğüm notları aşağıda sıraladım.
* İnsanın kendi içinde ürettiği kargaşa dış dünyadaki gerçek tehlikelerden çok daha ürkütücüdür.
* Genellikle suçun büyüklüğüne karşı verilen ceza, suçu işleyen kişinin saygınlığı oranında az oldu ve bu tarih boyunca da böyle süregeldi.
* İlkel toplumlarda cezalar daha acımasızdır. Çünkü yeterince yapılaşmamışlardır ve bundan ötürü de güvensizdirler. Bir toplum oturdukça cezaları da hafifler. (Ülke olarak bu konuda neredeyiz acaba?)
* Geleneksel toplumlarda davranışların çoğu diğer insanların beklentilerini karşılamak için yapılır. Dostlar, düşmanlar ve insanın önem verdiği diğer kişiler, onun benliğini biçimlendirirler. Çağdaş toplumlar ise insanın varoluşundan haberdar olabilmesine ve kendi iç yaşantısı doğrultusunda davranmasına öncelik tanır. Kendisini geleneksel değerlerle yönetmeye alışagelmiş insanlar birden bundan yoksun bırakılıp kendi varoluş sorumluluğu ile yüzleşmek zorunda kalırsa “kimlik bunalımı” denilen olgunun yaşanması da kaçınılmaz olur.
* 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana geçen süre içinde çağdaş toplumlar kendine özgü bir olguyu da birlikte getirmiştir. İnsan eskisinden çok daha fazla sayıda insanla, çok daha kısa süreli, daha yüzeysel ilişkiler kurma eğilimindedir.
* Dünyada hiçbir canlının yavrusu, yeni doğan bir bebek kadar bakıma ve korunmaya muhtaç değildir.
* Toplumumuzda aile yapısının biçimsel olarak babaerkil ama gerçekte üstü kapalı bir anaerkil yapıya sahip olduğu bile söylenebilir.
* Çocuğa konulan sınırların sürdürülebilmesi için ana-babanın davranışlarında tutarlı olması gerekir.
* İyi anne ya da baba, kendisini yaşayabilen kişidir. Yaşamın içinde olan ve kendisini yaşayabilen kişi, diğer insanların da yaşamına saygılıdır.
* Önemli olan, çocuğu kendine özgü dünyası olan bir varlık olarak kabul edebilmektir.
* Eğer bir insan, abartılmış bazı davranışlar gösteriyorsa gerçekte o davranışların tam karşıtı duygular yaşamakta olduğunu da düşünmek gerekir.
* Bastırılan kızgınlık, bileşik kaplar yasası uyarınca, nasıl olsa yitirmeyeceğimizi düşündüğümüz kişilere yöneltilir: Örneğin, dış ilişkilerinde kızgınlığını bastıran kişi, tepkilerini aile üyelerine yöneltebilir. Bu nedenle dostluk ilişkilerinde sevecen ve yumuşak başlı olmasına karşın evinde hiddetli ve hırçın olan kişilere oldukça sık rastlanır.
* Bağımlılık eğilimi her insanda vardır ve bu, onun toplumsallaşmış olmasının doğal bir sonucudur. Bir insanın kendi kendine yeterliği ve başkalarına bağımlılığı arasında belirli bir denge olması gerekir. Eğer bu denge bağımlılık yönüne doğru fazlaca kayarsa ortaya bazı sorunlar çıkar. Bir insan diğer bir insana aşırı oranda bağımlıysa bu onun kendi varoluş sorumluluğunu üstlenmekten kaçındığını gösterir.
* Diğer insanların duygularını sömürerek onlara dilediklerini yaptırabilen kişiler “edilgin saldırgan”dır.
* Kaygı bulaşıcı bir duygudur. Reddedici ve küçük düşürücü tutumlar çocuğun kaygılı bir insan olarak gelişmesine katkıda bulunur.
* İyi yaşama sorumluluğu… “Önce kendine, sonra başkalarına” ilkesi ilk bakışta bencilce bir yaklaşım olarak değerlendirilir. Örneğin çocuk, ihtiyaçlarını bir görev yaparcasına karşılayan ana-babadan çok, kendisini dürüstçe “yaşama” ve yaşama doğrudan “katılma” yürekliliği gösterebilen bir ana-babayı yeğler.
* Çocuk, önce annesinin, daha sonraları diğer insanların kendisinden ayrı varlıklar olduğunu algılamaya başlar ve böylece çocukta “ben” kavramı gelişir. İtici davranışlar kadar aşırı koruyuculuk da çocuğun gelişimini engelleyici bir etmendir.
* Olgunlaşamamış kadın cinsel birleşmeden çok, birleşme öncesi ilgiye önem verirken, olgunlaşmamış erkek tam karşıtı bir tutumla yalnızca cinsel birleşme ve boşalma işleviyle ilgilidir.
* Bir ilişkiyi sürdürebilmek başlatmaktan daha zordur.
* Çağdaş dünyanın gerçekleriyle ve kendi tarihsel mirasını uzlaştırıcı bir yaşam felsefesi geliştirememiş toplumların, kronolojik yaşıyla orantılı olarak olgunlaşmış bireyler üretebilmelerini beklemek bir ütopyadır.
* Sahip olma eğilimi insan doğasının kalıtsal bir parçasıdır, ama insan sahip olduğu şeylerle “birlikte yaşayarak” bunu bir sürece dönüştürebilir. Kiminin evinde yıllardır kullanılmayan ve vitrinde saklanan fincan ya da tabak takımları bulunur, kimiyse beraberliklerinde diğer insanları yalnızca izler, katılmaz ve katmaz. Sorumluluğunu üstlenen kişi özgürdür. Özgür insan daha az korkar, onun için sevebilir.
* Freud insanı, yıkıcı içgüdüleri toplum tarafından denetim altında tutulması gereken bir varlık olarak tanımlamıştır. Freud’un tanımladığı insan bencil bir varlıktır. Dolayısıyla, toplum içinde varlığını sürdürebilmesi için bencil ve yıkıcı eğilimleriyle toplum beklentileri arasında bir uzlaşma sağlaması gerekir.
* Alfred Adler, doğuştan var olan bir “toplumsal ilgi”den söz ederek, insanı yalnız kendisine değil, başkalarına da yararlı olabilecek amaçlar geliştirme eğiliminde olan bir varlık olarak tanımlar.
* İnsanı salt çevre-birey etkileşiminin ürünü olarak ele alan ve doğuştan gelen eğilimleri tümden yadsıyan davranışçı ekolleri zaten başından beri benimseyemedim.
* Carl Gustav Jung – kolektif bilinçdışı. İnsan zihni, insanın evrimi tarafından biçimlendirilmiştir. Kolektif bilinçdışının evrimi, tarih boyunca insan bedeninin geçirmiş olduğu evrimle özdeş bir biçimde açıklanabilir. Zihin işlevlerinin organı beyin olduğuna göre, ırksal bilinçdışının oluşumu da beynin evrimine doğrudan bağlıdır.
* Bugün insanların birbirinin karşıtı olan iki ayrı eğilimi doğuştan getirdiğine inanıyorum. Bir yanda dostluğu, sevgiyi ve yardımlaşmayı içeren bir eğilim, diğer yanda bencilliğe ve bozup yıkmaya yatkın bir eğilim. Her insanda bu eğilimlerin ikisi de var; ama hangi eğilimin egemen olacağını bireyin doğduğu andan bu yana geçiregeldiği yaşantılar belirliyor. Doğuşta gizil olarak var olan bu eğilimler çevreden gelen uyaranlarla pekiştirilir. Destek ve dayanışma ortamında yetişen bir insanda olumlu ve yapıcı duygular, kendini gerçekleştirme yollarını engelleyen bir ortamda büyüyen bir insandaysa bencil ve yıkıcı eğilimler etkinlik kazanır.
* İnsanın yapıcı eğilimlerini yıkıcı olanlara egemen kılabilmesi ancak diğer insanlara da bir şeyler verebilmek için çaba gösterdiğinde gerçekleştirilebiliyor.
* Şimdiki zamanın hem geçmişi hem de geleceği içerdiğini görmezden gelen toplumların bireyleri evrensel olma niteliğine ulaşamazlar.