“Lâ”*

Her cümlesi bir mısra, her sayfası şiir tadında yazılmış bir roman Nazan Bekiroğlu’nun “Lâ” adındaki eseri. Dahası, insanın yaradılış serüveni ve gayesinin edebi bir üslup ile anlatıldığı bir kitap Lâ. Aşk penceresinden ifade edilen tevhid inancı ve farklı manalara gelen kelime oyunları, okuyucunun gönül deryasının derinliklerine nüfuz ediyor.

Arapça bir kelime olan ““, “yokluk”, “sıfır” anlamına gelir ve aynı zamanda olumsuzluk ekidir. Bekiroğlu’nun ifadesiyle Lâ, başkaldırı serbestîsidir. Âdem, İLLA’ya giden yolda bir LA hecesidir. İsyan tecrübesi, onun ilk halidir. Âdem, cümlenin daha başında LA diyecek, reddedecek özgürlüğe sahip olduğu halde illallah’a varmasıyla yaratılmışların en güzelidir. LA, hiçlik mesabesi, öyleyse sonsuzluk ekidir.

Romanda Âdem ile Havva, Kabil ile Habil yazarın kalemiyle yeniden konuşuyor, yeni ve duyulmadık şeyler söylüyor.  Âdem ile Havva’nın, Kabil ile Habil’in konuşturulmasının caiz olup olmadığını din âlimlerine bırakarak içerik hakkında görüşlerimizi paylaşalım.

Kitabı yazma serüvenine nasıl başladığını şöyle ifade ediyor Nazan Bekiroğlu:

“Bir gün Sabâ Melikesi Belkıs’tan, Âdem’le Havva’nın hikâyesini anlamanın bütün bir insanlığın da hikâyesini anlamak manasına geldiğini öğrendim. İnsanın bütün halleri Âdem’de gizliydi ve bütün macera onun hikâyesinde özetlenmişti.

Evet, insanlığın ilk hikâyesi idi Âdem…  Ve bu hikâyede; yaratılış, isyan, kibir, aşk, merak, irade, günah, acı, acizlik, tövbe, özlem, hüzün, nefis, hırs, kıskançlık, şiddet, çaresizlik, ölüm ve pişmanlık kelimeleri vardı. Bunların yanında aslında Âdem’in Kelimeler Kitabı’nın ilk kelimeleri, iyi ve kötü idi. Kelimeler üzerinden kitap içeriğini okuyamaya çalışalım. Ve önceliği, meleklerin gözünden Âdem’in yani biz insanların anlatıldığı bölüme verelim:

Aynı anda birbirine zıt iki şeysin. İçinde iyilik ve kötülüğü besleyip büyütecek yeteneğe aynı anda rastlayacaksın. Hataya da cevaba da aynı derecede ehliyetli olacaksın. Bir yanın yükselmeye çekecek seni bir yanın düştükçe düş diyecek. Zirvelerle çukurlar arasında gidip geleceksin.  Bu ikilik kabahatin değil senin mahiyetin. Üstünlüğün, zayıflığın olan bu şeyde…  Âdem ilk bakışta tepeden tırnağa çamursun. Ama bu halinle kıymetlisin. Çünkü bu halini aşabilirsin. İçindeki kutsal ruha sahip çıkabilirsin. İşte o zaman melek değil ama melekler gibi olmaktan ağır çeker. Çünkü sen o iki şey arasında özgür irade-bilinçli seçimsin. İşte o zaman, her halinle değil ama bu halinle, düşmenle değil yükselmenle, esfel-i safilinle değil ahsen-i takviminle, yani insan-i kâmilinle bizden yücesin. İşte o anda secdeye değersin. Sözün özü Ey Âdem. Mizacında kan dökücülük de dâhil hırs, gurur, benlik duygusu, ölümsüzlük arzusu, özgürlük duygusu taşıyan insanoğluna, Âdem özelinde, bir yol haritası sunuluyor.

Şimdi sözü, karşı tarafa verelim ve şeytanın dilinden okuyalım: “Ben mi, dedi, secde buyruğuyla karşılaştığı daha ilk anda. Kibrin zamiri ben… Ben, diye yineledi, ben, diye devam etti. Ben ki dumansız ateşten yaratılmışım, asilim, vakarlıyım. Kibir, secdenin tam tersi.” En eski düşmanlık hikâyesi (Âdem ile şeytan) böyle başladı. Ateşin tutkusu toprağın onuruna karşı. Bu düşmanlık şiddetini artırarak devam ediyor.

Günümüz insanında çok rahat bir şekilde gözlemlediğimiz merak konusunun ilk günah ile ilişkisini öğrendiğimizde içimizi bir ürperti kaplamalı (mı?) Şeytan, “Ey Âdem, dedi, bir kez demekle kalmadı, yineledi: Ey Âdemlerin Âdem’i. En ince yerinden kavradı: Ey Havva’nın Âdem’i. Ey Allah’ın sevgilisi.

Siz dünyayı bu kadar mı zannediyorsunuz, ama cennetin dışında bilmediğiniz ne dünyalar var, bir bilseniz diyerek, kalbe bir merak atmakla yetindi. Buna, “şu ağaç var ya” vesvesesi de eklenerek üzerine düşünülmeli.

Bilgi güçtür. Güç de belli bir noktadan sonra kişinin Tanrılık seviyesine yükseldiğini hissettirir. Müthiş bir yanılgı. Denildi ya, insanın bütün halleri Âdem’de gizlidir, diye. Devam edelim okumaya:

Ama bir kez şu ağacın meyvesinden yerseniz… Gözünüzün önünden kalkacak tüm perdeler. O zaman gerçeği göreceksiniz. Her şeyi bilecekseniz… Bilgi sizin olunca ey Âdem, böylece cennette, melekler gibi sonsuz bir yaşam süreceksiniz. Ölmeyeceksiniz. Âdem ile Havva’ya önce bilgiyi sonra gücü teklif etti. Büyük gerçeği, sonsuz yaşamayı vaad etti. Melekler gibi olabilir; yani ölmeyebilirlerdi. Her şeyi bilmek ve sonsuzluk… Nerdeyse Tanrı gibi! Ebedilik vaadi. Ve melek olma özlemi. Ayağı kaydı Âdem’in, bir güzellik yanılgısına düşüverdi.

Cennetten çıkarken Âdem ile Havva, 3 şeyi seçtiler: Kelimeler, Aşk, Annelik duygusu. Kelimeleri Adem yanına aldı, Annelik duygusunu Havva ama aşk çok ağırdı. Aşkın yarısını Âdem, yarısını da Havva sırtlandı. Öyle sert düştüler ki dünyaya, bu feryada, Âdem’in dizlerinin bağı çözüldü, ciğerleri yandı. Nutku tutuldu. Üçüncü defa, bildiği kelimelerin hepsini önce unuttu. Sonra bir kısmını hatırladıysa da o bir kısmını kıyamete değin unuttu. Aşk? Daha yollarda sakin durmamıştı bir türlü. Kabına sığmamıştı. Bir yarısı yollarda kayboldu. Getirebildikleri ancak öbür yarısı idi. O gün bugün yeryüzü kelimeleri yetersiz, aşk bu dünyada kusurlu. Annelik duygusu? Havva’nın cennet duygusu… Gönül evinde, kadın bedeninde, tastamam duruyordu.

kitabını okurken beni en çok etkileyen kilit cümleyi paylaşarak yazıyı nihayete erdiyorum:

“Toprağında acelecilik, mizacında sebatsızlık vardı Âdem’in. Ahdinde vefasız, varlığında azimsiz ve kararsız çıktı. Ve ki sözdü bu nihayetinde, unutması vardı. Öyle bir unutmak ki bütün bir insan soyu hatırlasın idi.”

Eline, gönlüne, zihnine sağlık Nazan Bekiroğlu.

*Nazan Bekiroğlu

NOT: Bu yazı Kandil Dergisi, Şubat 2010 sayısında yayımlanmıştır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir