Dün söz verdiğimiz gibi Antalya gezisinin ikinci yazısını paylaşıyorum. İlk yazıya buradan ulaşabilirsiniz.
24 Eylül günü Korkuteli’ndeki yayla evinde kahvaltı yaptık. Menüde; hem rafadan hem de tavada tereyağlı yumurta (yöre halkı, yumurtaya söğüt diyorlar), patates ile peynir ve zeytin vardı. Güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra 09:30’da evden çıktık. Korkuteli barajına gittik 🙂
Sular bayağı çekilmiş. Yine de güzel manzarası ile etkiliyor insanı. Deniz içinde yer alan alabalık çiftliği görülmeye değer… Burada tutulan alabalıklar civardaki restorantlarda satılıyormuş.
Ardından Selçuklu zamanında yapılan Keykubat Camii’nin yanından geçtik.
Yakında bulunan, Bahadır’ın halasının evine gittik. Sessiz ve huzurlu bir ortam… İstanbul’da doğmuş ve yaşayan biri için gerçekten huzurun zirvede olduğu bir mekan. Asmadan üzümleri toplayıp ikram ettiler. Dalından yemek de bir başka oluyor hani… Böylece “dalından yemek” kavramının lezzetini bir kere daha tatmış olduk.
Antalya’ya doğru yola koyulduk. Yol üzerinde Büyük İskender’in alamadığı tek yer olan Termosas’a gitmek istedik ama bölgenin geniş ve dağlık bir yer olduğu ve buraya en az 3-4 saat ayırmak gerektiğini öğrendiğimizde bu kararımızdan vazgeçtik. Çünkü vaktimiz sınırlı idi. Karain mağarasına doğru yola koyulduk.
Mağaraya giden yolda, yönlendirici levhaların olmaması büyük bir problem idi. Birçok yerli ve yabancı turistin geldiği bir yerde bu tür bir sıkıntının olması üzüntü verici idi. Herhangi bir levha olmadığından, Türk insanının pratik düşünme özelliğini kullanarak(!) yola düz devam ettik 🙂 Rahat olun, mağaraya ulaştık bu şekilde. Bu durumu da tecrübe etmiş olduk. 🙂 Müze kart ile mağaraya giriş yaptık. Engebeli ve zikzak arazide 20 dakika boyunca tırmandık. Tepeye vardığımızda manzaranın tadını çıkardık.
Mağaranın içerisi pek büyük değildi. Lakin ilginç bir yer idi. 50 bin yıl önce insanlığın yaşadığı ifade ediliyor. İlköğretim kitaplarında ismi çokça geçen Karain mağrasını gözümüzle görmüş olduk. 🙂 Ardından gaz alıp (!) arabaya, Düden Şelalesine gittik.
Şelaledeki suyun temizliği yapıldığı için, akan suyun şiddeti çok zayıftı. Buna karşın ortaya çıkan görsellik etkileyiciydi. Bol bol fotoğraf aldığımızı söylememe gerek yok sanırım 🙂
Sonraki durağımız, Olimpos oldu. Yol boyunca, etrafı fotoğraflamaktan bir an bile geri durmadım. 🙂
Yol üzerinde yer alan bir dinlenme yerinde kaynak suyu içtik, gözleme yedik. 1 saat sonra Olimpos’a vardık. Tarihle doğal güzelliklerin birleşip insanlığa sunulduğu bir yer… Olimpos’u bu şekilde tanımlıyorum. Denizin suyu berraktı ve saat 16:00 olduğu için güneş hafiften çekilmişti… Denize girmemek için herhangi bir sebep kalmamıştı 🙂 Denizin arka tarafında tüm haşmetiyle Ceneviz kalesi yer alırken, yan tarafında ise doğal olarak oluşmuş kaya parçası ayrı bir güzellik katıyordu mekana. Bugüne kadar Türkiye’nin birçok yerinde denize girme fırsatım oldu. Ama Olimpos bir başkaydı. Burada yüzmek ve havayı koklamak bir başkaydı. En azından ömürde birkez buraları gezmek gerek. Bahadır, hasta olduğu için çantalarımızı alıp arabaya doğru gitmişti. bu sebeple anlattığım bu yerlerin maalesef fotoğraflarını çekemedim. İçimde bir ukte kaldı ama bu görüntüleri beynime kazıdım. 🙂
Deniz sonrasında bölgede bulunan Roma kilisesinin kalıntısı, anıtsal mezar, mozaikli yapıları ziyaret ettim.
Etrafımız tarihi kalıntılar ile doluydu. Bir ziyaretçinin söylediğine göre, bu kalıntıların çoğu Helenistik kültürün izlerini taşıyormuş.
Hoş deneyimler yaşadım burada. Adamın biri, kız arkadaşına anıtsal mezar girişine bakıp “çimento vari bunlar, çakma olabilir” ifadesini kullandı. Bir Türk’ün söyleyebileceği bir cümle idi bu 🙂
Kimsenin işi yok, o kadar taşı oraya götürüp üstüne de levha koyup “antik” diye yazacak. Sonra 3 Türk ve 1 yabancı turistin diyaloguna şahit oldum…
Turist, ingilizce olarak soruyor: Mozaikli yapı nerede? “Ben Türk’üm, Türkçe konuş” diyor bizimkisi. “Anlamıyorum seni” diyor turist. 🙂 Sonra bizimkiler “bilmiyoruz mozaikli yapının nerede olduğunu, burada ok ile gösteriyor ama” diyor ve ardından soruyorlar turiste: “Yanardağ nerede?” diye. Turist afallamış bir şekilde bakıyor. Sonra bizimkilerden bir diğeri “volkan” diyor. Turist de onlara bakıp “heee, volkan, no volcan” diyor. Bu sırada ben bir taraftan etrafı incelerken bir taraftan da kulak misafi oluyorum konuşmalara 🙂 Tam ayrılmak üzereyken bir de ne göreyim… Bir şekilde sohbeti kurup gülüşmeye başladılar. “Aynı dili değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabilir” demiş Mevlana. Bunu da pratikte görmüş oldum. Hızlıca üzerimizi değişip akşam yemeğini yiyebileceğimiz Kemer’de Ulupınar restorantına gittik.
Sedir tarzında ayrılmış yerlerde, su şarıltısı altında afiyetle balıklarımızı yedik.
Biraz dinlendikten sonra Kemer’in merkezine gittik. Arabayı park edip dolaşmaya başladık. Yoğunluklu olarak yabancı turistlerin olduğu bir yer idi. Bu durum ingilizce mağaza isimleri ile birleşince kendimi ecnebi bir memlekette hissettim. Eğlence ve alışveriş ortamı, turistlere göre dizayn edilmiş. Arabaya binip tekrar yola koyulduk. Civarda lüks oteller ve malikaneler vardı. Antalya ilinin merkezine vardık sonrasında. Yaya olarak bölgeyi dolaşmaya koyulduk. Dikkatimi çeken ilk şey, Antalya Büyükşehir Belediye binasının çok mütevazi ve sade bir yapıda olması idi. Bu tür kurumların haşmetli yapıda olmasına alıştığım için garip geldi bana. Hadrian kapısını gördük. Roma imparatoru imiş kendileri. Daha fazla bilgi için tıklayın.
Yivli minare restore edildiğinden kendisini tam göremedik. 🙂 Elimizde maraş dondurması ile Antalya kalesinin önünden başlayarak ara sokaklar da dahil etrafı ayrıntılı bir şekilde gezdik. Antalya ‘nın merkezi, daha çok sayfiye yeri olarak dizayn edilmiş.
Özellikle Menderes Türel zamanında yapılan yollar ile Antalya’nın trafik ve çevre düzeni bayağı gelişmiş. Evlerin mimari tarzı, Ankara’nın Beypazarı evlerini andırıyordu.
Bahadır’ın babaannesinin Antalya’daki evine gittik. Yattığımızda saat 01:00 olmuştu.